“Torunlarımız
Baraj Konuşmasın Artık”

SİNAN ERENSÜ

Üç dönemdir Yusufeli Belediye Başkanı olan Eyüp Aytekin, Yusufeli Barajı tamamlandığında tümüyle taşınacak ilçenin sorunlarını, Mart 2019 yerel seçimlerini tekrara götüren süreci, ilçenin yeni yerleşimini, geleceğe dair vizyon ve planlarını anlatıyor.

Eylül 2019

Yusufeli’nde gündem nedir?

Şu gördüğünüz coğrafya tamamıyla kalkacak. Her şey devlet tarafından kamulaştırılacak. Hakikaten zor bir coğrafyada yeni bir ilçe inşa ediliyor. O ilçe yavaş yavaş gidiyor. Neyin ne olacağı konusunda pek bir bilgi yok. Dün yeni bir ihale yapıldı. O ihalenin dosyası bize açılınca yeni yapılacak evlerin balkonuna, odasına, salonuna bakıyorum. Yeni yerleşim yerinde hangi bölgeler yapılıyor? Altında ne var, üstünde ne var, diye bakıyorum. Ben görüyorum, ama vatandaş bütün bunları merak ediyor.

Yeni yerleşimin projeleri nasıl çiziliyor? Yöre halkının katılımı söz konusu mu?

Mimarlar çiziyor projeyi.

Yusufeli’ni bilen mimarlar mı çiziyor?

Burayı bilen mimarlar çizmiyor. Ellerinde birtakım veriler var. Çoruh Üniversitesi’nden Zehra Eminağaoğlu’nun yörenin mimarisiyle alakalı çalışması var. Mimari yapılar nelerdir, Yusufeli’ndeki kadınların ev kullanma alışkanlıkları nedir, evin içinde ne olmasını isterler, hangi bölümü nasıl isterler; bunlarla ilgili bir çalışma. Yusufeli’ndeki geleneksel hayatın dışında bir de modüler yaşantının insanlara sundukları var, yani insanların arzuları. Muhtemelen hepiniz şehir çocuğusunuz, belki köylerden kalkıp şehirlere giden ailelerin çocukları, ama şehirde büyümüş çocuklarsınız. Dün sizin ailelerinizi şehre getiren sebep neydiyse; bugün taşrada yaşayan insanların da beklentileri o. Geleceklerini, sahip olmak istediklerini şehirdeki imkânlar belirliyor, taşrada dün sahip oldukları değil. Eski evine benzer bir ev istemiyor, daha kullanışlı alanlar istiyor. Dolayısıyla kimse “Eski evi buymuş, bu adam iki odalı bir evde yaşıyordu; iki odalı bir ev çizelim, bu burada mutlu olur” demiyor. Bugün teknik ve standarda binmiş 2+1, 3+1, 4+1 ev tipleri var, millet onları istiyor. Yine bakıyorsun ki, iş dünyadaki standartlara geliyor. Diyor ki, “Ben 3+1 istiyorum”, “Ben 4+1 isterim”, “Mutfağımda şu da olsun”, “Yemek masamı koyabileyim”, “Depo alanı olsun” veya “Balkonum olsun.” Dolayısıyla ölçüt olarak kendisine burada nasıl barındığını değil, şehirlerde insanların ulaştıkları refah seviyesini alıyor. Siz belki buralara geldiniz, dağı taşı gezerken “evler ne kadar güzel, ne kadar sevimli, ne kadar sıcak” diyorsunuz. Ama buradaki de “A, ne kadar ihtişamlı, ne güzel balkonu var, şu camlara bak” diyor. Herkes kendinde olmayanı arzu ediyor, sahip olmadığını.

Yusufeli’nin mevcut konumu vadi içinde, nehrin kenarında. Yeni yerleşim yamaçta, daha yukarıda. Yeni konumla ilgili kaygılar var mı?

1954 yılında Elektrik Etüt İdaresi’nin yaptığı “Çoruh Havzası Enerji Planı” diye bir çalışma var. Buraya gelirken nehir boyunca tarım alanları olmadığını görmüşsünüzdür. Sulama amaçlı değil, tamamıyla enerji temelli bir baraj planlaması var. Benim doğum tarihim 1964. Dolayısıyla bu, geçmişi benden eski bir hikâye. Biz çocukluğumuzdan beri bu hikâeleri dinledik. Baraj olacakmış, Yusufeli suyun altında kalacakmış, yeni bir yer yapılacakmış, yok bizi Adana’ya götürecekler, yok efendim Antalya’ya yerleştirecekler… 2000’li yıllara kadar bunlar hep konuşuldu. Deriner Barajı’nın ilk temel atılışı 1998. Şevardnadze, Demirel ve Aliyev’in cumhurbaşkanı oldukları dönemde Deriner Barajı’nın temeli atılarak meseleye başlandı.

O dönemde devlet açısından sıkıntı neydi? Sınıraşan sularla ilgili antlaşmalar, suyun kullanım hakkı sizde değilmiş gibi komşu ülkeye kullandırıyordu. “Bu tarih itibarıyla bana bu su geliyordu kardeşim, suyun akışını benim ülkeme bekliyorum” pozisyonu çıkıyordu. Bizim barajların yapımına aşağıdan yukarı doğru başlandı. İlk Muratlı yapıldı, geldi Borçka yapıldı, geldi Deriner yapıldı, Artvin yapıldı. Yusufeli daha büyük. Hem kamulaştırma alanı hem de buradan kaldıracağı, diplase edeceği nüfus kalabalık. En anahtar baraj burası olduğu için söylüyorum. Güllübağ, Arkun gibi barajları yukarı doğru yaptık. Öbür tarafa Ayvalı’yı yaptı. Mesela Şavşat yolu üzerindeki Bağlıkbayram var, Barhal çayı üzerinde Barhal var, yukarı doğru Laleli var; yapılacak barajlardan. Belki devletin ekonomik yetersizlikleri. Barajların yapımı tersten başladı. Üstten aşağı yapılacak yerde, alttan yukarı doğru yapılmaya başlandı.

Yusufeli Barajı, insan varlığını en çok etkileyen baraj olması bakımından kilit noktada. Aynı zamanda kendisinden aşağıdaki barajların rantabilitesini artırabilmek için de çok önemli bir regülatör işlevi görebilecek. Havzasında suyu en fazla tutacak baraj. Şimdi gidiyorsunuz, aşağı doğru çekimler yapacaksınız veya yukarıda çekimler yaptınız. Deriner Barajı’nın suyunu göremeyeceksiniz. “Ya bu zaten bitmiş, niye yukarıda baraj yapıyorlar?” gibi popülist bir söylem, sıkıntı. Baharda Deriner Barajı dolduğu hâlde suyu aktı, suyu tutamadı, geri bıraktı. Borçka da bıraktı. Enerjiye dönüştürmeden, suyun enerjisini almadan suyu bıraktı, gitti. İşte burada Yusufeli Barajı olsaydı, o suyu burada tutacaktı.

Belediye başkanlığında 11. yılım. Bu hikâyede, derinlemesine, hem devlet hem millet ne diyor, bu ne anlama geliyor, birçok insandan birçok şey dinledim. Baktığınızda, Türkiye’de bir enerji açığı olduğu ortada, bu proje ne kadar canımızı sıksa, bize acı verse de bu meselenin tam göbeğinde. Burada bir yerel yönetici olarak neredeyse bütün sıkıntıların, dağdan bir kuş bile geçse, sebebi benim. Bu ülkenin kalkınmasına ihtiyaç olduğunu, bu konuda dışarıya ciddi paraların ödendiğini, enerji açığını zaman zaman başka ülkelerin bize karşı kullandığını gördük. Mutlaka anımsarsınız. “Doğalgazı kestim”, “petrolü vermedim” veya elektrik kesildi. Bunların pratik olarak devreye giren çözümü de bu hidroelektrik santraller. Arkun devreye girdiği zaman iki dakika içinde sisteme elektrik veriyor. Mesela Bursa’daki bir çevrimiçi santrali ya da katı yakıtlı bir çevrimiçi santralinin devreye girmesi için, yanlış olmasın 24 veya 48 saat yakılması gerekiyor. Doğalgaz hakeza. Güneş enerjisi, güneş açısından çok zengin bir ülke değiliz son zamanlarda. Oralarda bir atak var ama yeterli değil yani. Nükleer enerjiye ulaşamamışsınız zaten, kullanamamışsınız. Onun da riskleri, sıkıntılı tarafları var, ama sonunda da hayat akıyor.

Ne yaparsanız yapın, makinenizin şarjları olmasa beni çekemeyeceksiniz. Bu enerji. Böyle lanet bir durum var yani. Yumurta tavuk hikâyesi gibi. Dolayısıyla ülke açısından, enerji güvenliği açısından önemli bir proje. Çoruh havzasında yapılan bütün bu işlerin çok değerli olduğunu görüyorsunuz. Ama bunun bedelini ödemek zorunda olan yöre insanı açısından da ciddi sosyal maliyetleri var. 55-56 yaşındayım, benim hikâyem tamamıyla bunun üzerine kurulu. Dedelerimizden devraldığımız sorunu, torunlarımız için bitirelim. Bu ülkede doğru bir hayatı başlatalım. Torunlarımız baraj konuşmasın artık. Yerimizden kalkacağız, yeni yerimize taşınacağız, evimiz nerede olacak, işimi nerede, ne yapacağım, bu coğrafyada neyle geçinebilirim derdi olmasın. Bizden evvelki nesil bu bedeli ödedi, bu hikâyelerle yaşadı. Bir nesil daha yaşamasın.

Belirsizlik ortadan kalksın, ne olacaksa olsun.

Tabii, kalksın. Ne olacağını biliyoruz artık. İşin en karanlık anındayız. İnsanların kafasında çok somutlaşmadı ama uygulayıcıların, devletin artık somut işler çıkarmaya başladığı bir süreç yaşıyoruz. Yeni yerleşim inşa ediliyor. Baraj 130-140 metreleri bulmuş, o iş bitti artık. Kamulaştırmanın %60’ı bitmiş. İnsanlar bir adım sonrasını görmek istiyor. Baraj buradan takriben 12 bin nüfusu yeni yerleşim yerine taşıyacak. Barajdan ilçe merkezi ve dört köy tamamen, 16 köy kısmen etkileniyor. Devletin böyle tecrübeleri var. Mesela Samsat’ı ortadan kaldırmışız. Komagene Krallığı’nın başkenti, tarihi bir miras. Halfeti’yi kaldırmışız, üçte biri surun dışında, kalanı yeni bir ilçeye taşınmış. Hasankeyf bizimle eş zamanlı gidiyor. Orada da artık su tuttu, tutacak seviyesinde. Bütün bu projelerde devlet tecrübelenmiş. İnsanımız da neyi sorgulayacağı konusunda bilinçli. Devletimiz de dönüşmüş. Bugün “Her şeyde sosyal, çok insan merkezli düşünüyor” diyebileceğimiz durumda değiliz belki. Uygularken bir sürü hatalar, eksikler, yanlışlar, kervanı yolda düzdüğümüz anlar mevcut, ama hiç olmazsa devlet dediğimiz bürokrat arkadaşlarımızla birbirimize baktığımızda aynı hissi duyuyoruz, aynı eksikliği görüyor, test ediyoruz. Demek ki onun çözümüne ulaşırken zorlanıyoruz. Niye? Mevzuatımız buna uygun değil. Devletin kaynakları; belki hayal ettiğimiz her şeyi gerçekleştirmeye uygun değil. Belki biraz sıkıntılarımız var veya coğrafyamız o fırsatları vermiyor. Memleketlerinizi hiç sormadım.

İstanbul, Adana, Sivas, Samsun, İstanbul.

Hepinizin memleketinin coğrafyası buraya göre daha düzgün, değil mi? Tarım alanları. Bu insanlar neyle geçiniyor sorusunun cevabını, şöyle çevreye baktığınız zaman verebileceğiniz bir yer. Burada verebileceğiniz bir cevap var mı? Yok, yani. Hakikaten mesela zor bir coğrafya. Mutlaka bu projelerin göçe etkisi var. Ama şöyle bir şey değil. Mesela Samsun’da diyelim; Samsun’da kırsalda yaşayan nüfus ile şehirde yaşayan nüfusun birbirine oranı nedir? Samsun Çarşamba’nın köyünden kalkan bir insan öncelikle Çarşamba’ya, daha sonra Samsun’a. Sonra muhtemelen ilk baktığı yer İstanbul oluyor, değil mi? Onu Çorum kesmiyor. O geriye doğru, Giresun’a veya Ordu’ya gideyim demiyor, Trabzon’a gideyim, hiç aklından geçmiyor. Hele Artvin. “Ya nereden çıktı o” diyor. Herkes yaşadığı yerin bir ötesinde, bir büyük şehre…

Ya eminim iki gün internete ulaşamazsanız, siz de durmazsınız burada. Benim çocuklarımın geleceklerini planladıkları yer ya İstanbul ya Ankara. Kızım iç mimar, asgari ücret gibi bir rakama şimdi İstanbul’a gitti. “Kızım burada çalış”, “yok baba, burada yapamam.” “Bu bölgede Trabzon olsun, yok İstanbul.” Çekti gitti İstanbul’a, İstanbul’da çalışıyor. Oğlum, bakıyorum, orada çalışıyor. Öteki ufağı, üniversite son sınıf oldu, o da oraya bakıyor. Zaten doğal, tabii böyle bir bakış var. Ama bu baraj, buradaki ekonomik mobilite, hareketlilik var hakikaten. Şimdi burada insanların ellerine dün elinde olmayan, görece, bir para geçiyor. Kamulaştırma bedeli. Bunu aldı mı insan…

Aldı mı İstanbul’a mı gidiyor o parayla?

Bizim sosyal bağımız olan yerler var. Daha önce büyüklerimizin göçtükleri yerler var. Nerede mesela yoğunluk? Bizim hemşerilerimiz Bursa’da. Yani diğer bir adıyla Burtvin’de. Samsun Atakum’a git, yarısı Artvinli. Yoğunluk Eskişehir, Antalya, Manisa, İzmir. Üç beş aile gidip tutundu mu, diğerleri de göç ediyor. Hatta Tekirdağ’a giden hemşerilerimiz var. Gittim, orada da ziyaret ettim. Kocaman kocaman tarlalar. Buraya göre kocaman tarlalar. Ama orada bir şey ifade etmiyor. Orada 10 dönüm, 20 dönüm, tarla değil. Yani kimse orada “bir tarlam var benim” demiyor. “Tarım yapıyorum” demiyor. Ama bizim hemşerilerimiz tabii, burada sahip olmadıklarının bir tık üstüne orada sahip olmak için; oralar geliştikçe oralara doğru gidiyor. Böyle bir akış, böyle bir durum var. Bu gayet de normal bir şey. Bu kıt, bu zor coğrafyada bir idari merkez gerekli olmakla birlikte asıl olan, bize düşen; dışarıya göçmüş insanlar bile ata dede toprakları diye buraya geldiklerinde altyapısıyla, imkânlarıyla, gelir getirici birtakım kaynaklar oluşturabilecek yeni yapılarla, yeni fikirlerle, yeni düşüncelerle… Burada onların önüne ne koyabiliriz? Bizim gayretimiz o. Nüfusumuzun ne kadarını burada tutabiliriz? Büyükşehirlere kaptırmadan biz de kendi coğrafyamızın iyisi nasıl oluruz? Daha iyisi nasıl oluruz? En iyi nasıl oluruz kendi coğrafyamızın? Biz de buna gayret ediyoruz.

Yeni yerleşime geçildiği zaman sizce Yusufeli’nin insanları tutma imkânı artar mı, azalır mı?

Şimdi, tabii ânı tutmakta belki sıkıntı çekebiliriz. Ânı tutmak ile sıkıntı çekebiliriz. Çünkü andaki değişiklikler, böyle nasıl diyelim, travmatik değişiklikler. Yan bugün paran yok, yarın 500 bin liran var. Onun sana acayip bir hayat, imkân sunacağını zannedip gidip bir apartman dairesine oturup önce gidiyorsun İstanbul’a, oturuyorsun. Belki işte bir sürü başka kusurlar, bilmediğim için oranın şartlarını. Mesela sıkıntılar yaşıyorsun yani. Mimarı olmayan belki, belki çok doğru bir şekilde, sağlam olmayan, depreme dayanıklı olmayan birtakım yerlerden alıyorsun. Veya ekonomik hiçbir gelir getirmeyecek, bir yerde arsa diye, dağın başında bir yer satıyorlar sana. Zannediyorsun ki şey değil. Böyle ana sıkıntılar oluyor. Veya 50 senesini, bir kasabada, bir köyde geçirmiş bir anda Ankara’nın ortasında bir caddeye bırakıyorlar mesela. Yani kendi odasının dışında bir dünya tanımıyor. Oradaki ilişkilerin hiçbirini bilmiyor. Bunlar birtakım sıkıntılar oluşturuyor. Ama kafadan ilk aldığı zaman, ilk yapacağı şey bir ötekine gitmek. İstanbul’da da öyle değil mi? Yani bir varoşta oturuyorsa parası olduğu zaman bir öndeki caddeye daha doğru bir eve taşınmak. Oldu bir daha. İyice oldu, boğazın kenarlarında bir yer veya boğazı görecek bir yere daha taşınmak. Veya o günün hit olan şeyi neresiyse, oraya taşınmak, bu hep var. Bu böyle bir döngü. Ya bugün de tabii insanlar gidiyor oraya. Baştan bir gidecek. Ama burayı kalıcı, vatan kılacak şey ise, burayı kendi coğrafyasında farklılaştıracak, özel kılacak, insanlara gelir kapısı açacak işler, işlemler, altyapı, şehir, rahatlık, yani insanların aradığı estetik; bütün onları biz burada icat edebilirsek, onları yapabilirsek, onları üretebilirsek, onlara dönük fikirler ortaya koyabilirsek burası olacak. Yani ben olacağına inanıyorum. Bence kendi coğrafyasında güzel olacak.

Belirsizliğin insanları çok rahatsız ettiğini söylediniz. Siz bu süreçte nasıl bilgilendiriyorsunuz onları? Ya da yapabiliyor musunuz?

Tabii ki, ben milletin içindeyim. Bunları zaman zaman televizyon programlarıyla, sokakta onlarla konuşarak yapıyoruz. Ama orada sıkıntı şu. Projelerin yürütücüsü ben değilim. DSİ bir baraj yapıyor. DSİ finanse ediyor, Toplu Konut İdaresi bir şehir inşa ediyor. Ben de milletin, buradaki insanların sözcüsü olarak, seçilmiş bir insan olarak onları etkilemeye çalışıyorum. Yani yanlış bir şey oluyorsa, burada bir sıkıntı veriyorsa, “onu, öyle değil, böyle yapamaz mısınız?” “böyle değil, böyle olamaz mı?” “o süreçte değil böyle olamaz mı?”yı. Bir de biraz daha projelerin içine girip hakikaten gelecekte burada bir ilçe inşa etmek için, insanların moral, motivasyonunu yüksek tutabilmek için, gördüğüm güzellikleri, olabilecek güzellikleri onlara aktarmaya çalışıyorum. Veya aksaklıkları da idare ile paylaşıp onları gidermeye çalışıyorum. Ben aslında arada bir katalizör görevi görüyorum. Ana madde ben değilim yani. Ben bu reaksiyonda değilim, o kimya diliyle. Dolayısıyla finalde çıktı, benim çıktım değil tamamıyla. Girdi benim olmadığı gibi. O katalizör görevini yaptığım kadarınca, insanların da gelecekte, onları mutlu edecek belki, onları daha mutlu veya daha az mutsuz edecek mekânlar, yerler, çözümler üretmeye çalışıyorum.

Bu mesele yerel siyaseti de etkiliyordur. Seçim süreci hayli rekabetli geçmiş. Seçimin gündemini etkiledi mi bu kamulaştırma?

Tabii, tabii. Yusufeli’ndeki seçim bir belediyeciliğin dışında, olan bitenlerin dışında, tamamıyla ulusal projelerin buraya vermiş olduğu sosyal maliyetler üzerinden yürüdü. Bir algı operasyonu ve onlar üzerinden yürüdü. Tamamıyla vurgu oydu. Mesela ilçenin tam karşısından, üzerinden bir viyadük geçecek. Yakında başladı, başlayacaklar. İlçeyi ikiye bölecek bir viyadük.

Yolsuz bir ilçe olmaz. Olmaması lazım. Hakikaten çok kötü, uzun süre süren bir hikâye, bu viyadük “yapılsın, yapılmasın”la geçti. Ben tabii “yapılmasın” diyemedim mesela. Ama rakip aday “yaptırmayacağım” dedi. Burayı ilçe merkezine bağlayan, Artvin’i ilçe merkezine bağlayan yol. Yeni ilçe merkezi burada. Canlı görüntüler var, size oradan da brief edebilirim. İlçenin içinden geçecek bir viyadük. İlçe inşa ediliyor, baraj 140 metreyi bulmuş. Yeni ilçeyi yaparsınız, ondan sonra kardeşim bunu yaparsınız diyemedim.

Niye diyemedim? Devletin Yusufeli Barajı’ndan yıllık kazanacağı para 1 milyar 200 milyon TL. Ben kendime şu soruyu sordum. Siyasi iktidar partisinden bir belediye başkanı; -başarılıyım, başarısızım- herhalde başarılıyım ki üçüncü döneme beni aday yaptılar. Ama benim, “almayın bu parayı iki sene daha, 1 milyar 200 milyona bu devletin ihtiyacı yok” “almayın, kaldırmayın bu insanları buradan, kaldıramazsınız” “iki sene daha erteleyin, biz buradan çıktıktan sonra ne hâliniz varsa görün” diyebilecek de bir ekstra bir siyasi gücüm yok. Ülkenin çıkarları açısından baktığım zaman bunu benim mantığım kaldırmıyor yani. Bunu da açık açık mikrofona dedim, “bakın, ben meseleye böyle bakıyorum”. Bunu yapabilecek güçte bir adam değilim. Onun için ben bunu yaptırmayacağım diyemem. Bu benim için yalan olur.

“Yapılacak ve yarın beni evimden kaldıracaklar.” “Dükkânım var, dükkân düzenim bozulacak.” Biri diyor ki, “yapılacak, ameliyata gireceksin” öteki de diyor ki, “ameliyata girmene gerek yok, ben sana bir hap vereceğim, kurtaracaksın, takma kafana” diyor. “Takma bunu kafana” beni zora soktu. Yani burada seçimi, çok açık ara, rakipsiz vesaire almamız gereken bir seçimi; seçimin tekrarına bile gidebilecek bir süreci yaşattı bana. Ki ana şeylerden birisi bu.

Kaç binayı ya da dükkânı etkileyecek?

Viyadüğün altında şu anda 50 adet konut var, 7 adet dükkân var. Ama gördüğünüz gibi şehri ortadan biçiyor. Sadece onları etkilemeyecek. Caminin hemen üstünde 600 öğrencisi olan bir okul, yanında 5-6 adet devlet dairesi, burada üstte yaşayan 2000’in üzerinde insan ve 30 civarında köy var. Yani şehrin işleyişini, akışını, herkesi bir vesile etkileyecek.

Yeni şehir bitmeden taşınamayacaklar. Ne olacak, iki sene, üç sene?

Tabii taşınamayacaklar. Şehrin içinde projeyi DSİ yürütüyor. Bunun içinde onlarca hikâye var. Bir kapıyı açtın mı öteki geliyor. Mesela İskan Kanunu gereği Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın (ÇŞB) yürüttüğü hak sahipliği meselesi var. Buna göre ÇŞB hak sahibi olan veya o bölgede oturan insanların kiralarını ödemek, DSİ de onlara yeni yerlerini gösterip onları yerleştirmek zorunda. Şehrin içinde prefabrik yapılar yapacak, onları yerleştirecek ki orada inşaata başlasın. Onları mutlu edecek yerde dükkânları yapacak ki, ticaretten evlerine ekmek girsin. Okulu oradan alacak, milleti yine ürkütmeyecek, kaçırmayacak bir yerde kuracak. İlkokul, ortaokul çocuğu oraya ulaşabilsin. Dünkü gibi yürüyerek gidip gelebilsin. Bunların her birinin sosyal maliyetleri var.

Bu da “şehrin üzerine yaptırmayacağım”, “hiçkimse, hiçbiriniz sıkıntı çekmeyeceksiniz” diyor. İnanıyorlar mı insanlar buna, inanmıyorlar. Ama ânı satın almak, anda işte böyle psikolojik olarak ufak, keyifli, tatlı yalanlar söylediğiniz zaman alıcı buluyor.

Çok bildiğim insanlar bile “oh be, olmasın şu”. Bu olmuş ama. 50 senelik hikâye. Şimdi düşünün, vatandaş vermemekte haksız değil. Yani bir an bunalmışsınız ve patlayacaksınız. Birisi, “rahatla, sıkıntı yok” diyor. Öteki de “sabret biraz daha, biraz daha canın yanacak ama” diyor. Hangisini tercih edersin? Aslında sıkıntı yok diyen insanı daha büyük, yarın sıkıntıya sokacak bir sanrı veriyor, ama an bu, satın alıyorsun.

Herkesin, yeni şehirdeki lokasyonu, evi, dükkânı belli mi? Nasıl olacak o süreç?

İskan Kanunu’nun Yusufeli’ne özel bir uygulaması var. Bakanlar Kurulu’nca ek bir karar çıkarılarak; bizim ihtiyaçlarımızı, sıkıntılarımızı giderecek, yeni yerleşim yerini korumamızı kolaylaştıracak, bizi motive edecek yeni bir Bakanlar Kurulu kararıyla, düzenlemeyle bu süreci yöneteceğiz. Öyle gidiyor.

Bunun esasları ne? Diyor ki, yukarıda konut hak sahibi olabilmek için eğer kiracıysanız, duyuruya çıktığı tarih itibarıylageriye dönük olarak üç yıldır burada oturuyor olmak. Eğer mülk sahibiyseniz, burada mülkünüzün olması sizin orada hak sahibi olmanız için yeterlidir, diyor. Aile büyük, parçalanmış, 100 metrekarelik bir yere beş aile hissedarsınız. O beş aile de o 100 metrekarelik yerden dolayı hak sahibi oluyor. Hayatında Yusufeli’ne gelmemiş, doğru dürüst burayı bilmeyen, atası dedesi buralı bir sürü insan buradan hak sahibi oldu. Dolayısıyla yeni ilçede şu an için yapılması gereken konut sayısı, yapılacak konut sayısı 3200. 2006’da burada aile büyüklüğümüzle alakalı araştırma yapılmış. Aile büyüklüğü ortalamamız 4 çıkmış. Bir aile 4 kişiden; ana, baba, bir de iki çocuk. Bugün nüfus biraz daha yaşlandı, doğurganlık oranları vesaire düştü. Bugün bunu 3,5 say. 3,5’u, 3200 ile çarptığında 9000’in üzerinde.

Şu anda Yusufeli’nde Adrese Kayıtlı Nüfus Sistemi’ne göre 7400 nüfusum var. Aynı Yusufeli’nin etrafında, Türkiye’nin en önemli, en büyük projesi yürüyor ve 4500 işçi çalışıyor. Ve ona rağmen bu nüfus. Şantiyelerde insanlar kalıyor. Köylerde insanlar kalıyor. Hepsi merkezde değil ama. Yusufeli’nde iyi de para dönüyor şu anda. O anlamda her yerde kriz hissedilirken Yusufeli’nde kriz çok da hissedilmiyor. Ufacık bir ilçe, 4500 işçi. Herkes bir şeker, bir çay, bir şey alsa dönüyor burası.

Şunu soruyorum: Yeni ilçede ne yapacağız; bugün 4500 istihdam varken yarın vazgeçtim 4500’den, 1000 aileyi istihdam edecek ne yapacağım, ne yapmalıyım, ne etmeliyim? Bizim işimiz buna cevap üretmek, o ürettiğimiz cevaplar burada 4500’i karşılar. Dolayısıyla yapılan konutlar yetecek diyorum. Cevabım o. Yapılan konutlar yetecek. Onun için mesela “kamuya konut yapmayın” diye özellikle bastırıyorum. Lojman yapmayın, bunlarda zaten kalacak. İnsanlar bu evlerin bir kısmını almayacaklar. Alamayacak. Yeni hayatlar, başka yerlerde.

Çok avantajlı bir formül var. Beş yıl ödemesiz, 15 yıl geri ödemeli, sıfır faiz maliyetine. Beş yıl hiç para ödemeyeceksiniz. On beş yılda geri ödeyeceksiniz. Bugünkü rakamın üzerine herhangi bir faizli işlem; TEFE’si, TÜFE’si, faizi, maizi, hiçbiri olmayacak. Devletin bizden önceki uyguladığı projelere bakıyorum. Beş yıl kira alır gibi almış, ondan sonra bakmış ki bu para enflasyon karşısında bitti. Memurun işlem yapmasına, bununla ilgili memurun istihdamına çok geliyor bu. Bırakmış, affetmiş yani. Almamış yani. Vazgeçmiş. Nerede vazgeçmiş? Halfeti’de vazgeçmiş. Samsat’ta vazgeçmiş.

Bu, seçim sürecinde maalesef manipüle edildi. Yok efendim, “Bu işe bu kadar para verilir mi? Bu kadar şey olur mu? Sizden dünyanın parasını istiyorlar, aşağıdaki evlerinizi 100 liraya alıyorlar, yukarıdaki evleri 500 bin liraya satıyorlar.” Benimle ilgili, belediyecilikle ilgili bir tarafı var mı işin? Yok. O sopayı ben yedim.

Aman, siyasette ne kademede, hangi işleri yaparsanız yapın, belediye başkanlığı yapmayın. Kötü çünkü. Dayanıklı olacaksınız iyice. İki ay, üç ay; bizi bir beş sene yaşlandırdı.

Sizin geçmişten bugüne Barhal ya da Çoruh ile ilgili anılarınız, su altında kalınca özleyeceğiniz hikâyeleriniz var mı? Neler yapardınız ırmaklarda?

Birçok saçlarımız burada ağardı. Birçok hikâyemiz var. Belediye başkanı olmadan evvel, bu proje devlette nerede duruyor diye, DSİ’nin yetkilileriyle vs. o zaman görüşmeler yaptım. Bizden önce bunları tecrübe etmiş yerlerdeki tecrübeleri buraya doğru aktarmak için… Buradaki bütün sivil toplum örgütlerinden, siyasi partilerden insanları arayarak, değerli gruplarla biraz evvel bahsettiğim yerlerde dolandım. Hakikaten güzel ve verimli olan, buradaki meselelere karşı tutumumuzda ana belirteç olan bir tecrübeyi oradan devşirdik.

Yukarıda ne yaparsak yapalım; burada çektiğimiz zorluk bile yarın özleyeceğimiz bir şey olacak. Burada kötü dediğimiz şey bile, bizim için değerli olacak. Çünkü, bizi biz yapan şey, bu coğrafyanın kendisiydi. Buradaydı. Biz, özellikle bizim kuşak, kendimiz için bir şey yapmıyoruz. Biz evlatlarımızın mutlu olabilecekleri yeni bir vatan inşa etmeye, ona katkı vermeye çalışıyoruz. Onu ne kadar kusursuz, yarın onların ihtiyaçlarını görebilecek, vatan olarak tutabilecekleri bir yer yaparsak, kendimizi o kadar başarılı sayabileceğiz. Çünkü yukarıda “A, ne kadar güzel oldu” desek de o bizim için yabancı, el olacak. Dolayısıyla, bizim için kaybettiğimiz her şey değerli. Bunun bir parası, fiyatı olabilir. Ama hakikaten bir bedeli yok. Dolayısıyla her şey hatıra. Saçlarımız burada ağardı yani.

Hiçbir noktada acaba bunu yaptırmamak, yeri biraz ötelemek, Yusufeli’nin arkasına atmak mümkün mü, diye uğraştığınız oldu mu?

Tabii, tabii.

Hatta belki size, “Başkan, siz iktidarın partisindensiniz, siz yapamıyor musunuz?” da demişlerdir.

Kesinlikle. Ben burada öğretmendim. Dolayısıyla buradaki “yapılsın, yapılmasın” mücadelelerinin bir kısmına tanıklık da ettim, yürüyen ekiplerin içinde vardım. Öyle çok ciddi bir tepki gösterildiği söylenemez. Ama tüm bunları buradaki insanlarla beraber yaşadım. Belediye işi ortaya çıkınca da “ya bu mesele ne, ben buna nereden bakacağım?” diye düşündüm. Burada bir baraj var, ben burada belediyecilik yapacağım. Hangi hizmeti üreteceğim? Nerede duracağım? Çıkacağım şimdi insanların karşısına, neyi söyleyip neyi söylemeyeceğim? O süreçte şunu gördüm, devlet için bu iş bitmiş. Ve bunun hakikaten kaçınılmaz bir tarafı var. Şu cümleyi kullanmıştım o zaman: “Yani Yusufeli için baraj artık bir kader.” Mesela bununla acayip dışlandım. Bizim burada, bundan sonra yapacağımız yegâne şey; buradan, bu insanları en az zararla nasıl çıkarırız? Yeni bir şehre en az zararı nasıl götürürüz? Başarılı olduk mu? Başladığımızla geldiğimiz yer arasında acayip ciddi, büyük farklar var.

Bunun farklı örneklerini de gördüm. Samsat mesela. Samsat çok güzel bir yer, taşınıyor. Samsat’ın Ak Partili bir belediye başkanı var, görüşüyoruz. Mesela o da bütün politikasını baraj karşıtlığı üzerine kurmuş. Engel olamamış ona. Ama kendi halkının çıkarlarını da koruyamamış. Oraya bir ilçe inşa edilmiş, ne oradaki insanın yaşamından bir şey taşınmış ne de şey. Başkaları kendileri için ne düşünüyorsa, onu koymuşlar. Oysa ben şimdi bu projenin iğneden ipliğine, her yerinde varım. Her yerinde varım. Ve etkili olduğumu düşünüyorum. Birçok şeyi düzelttim şu an. Öğretmenim, din kültürü öğretmeniyim. Çimentoyla işim yok ama herkes “kaç yıllık mühendissin?” diye soruyor.

Bizim belediye olarak en değerli çalışmamız, şu an 30’un üzerinde yayınımız var. Buradaki bütün sözlü, tarihi, kültürel değerleri topladık. Bunu biriktirdiğim yetmez. 54 bildirimiz var, “neye sahibiz” sorusunun cevabı. İkincisi ise 16 bildiri var, “bu coğrafyada yeni ilçe nasıl kurulmalı? Bu insanlar ne yer, ne içer? Mimarisi nasıl olmalı? Sosyal hayat nasıl örgütlenmeli?” Ben yaptım, ettim demekle şehir kurmuş olmuyorsunuz. Turizm nasıl olacak? Tarım nasıl olacak? Mimarisi nasıl olacak? Yapay turizm alanlarından neler yapacağız?

Su bastığı zaman turizm potansiyeli olma ihtimalini düşünüyor musunuz?

Ya kıyamet kadar fikirler var. Bugün gerçekleştireceklerim burada ama aslında gerçek; benim gerçekleştiremeyeceğim, bundan sonraki nesillere kalacak, onlarca proje fikri var. Onlarca. Kim yaptı bunu? Bizim üniversitedeki akademisyen arkadaşlarımız. Çağırdık, geldiler, ekiplerle çalıştılar günlerce burada. Ne olur bu coğrafyada? Bundan öncesinde neyi var, neyi yok? Koydular ortaya. Yeter ki sen yürü yani.

Belki gelecekte en büyük gelir getirecek kapı, Van Gölü’nün üçte ikisi büyüklüğünde bir göl olacak. Önümüze bir göl geliyor. Turizm, su tarımı, kafes balıkçılığı anlamında çok ciddi fırsatlar sunuyor. Ama bunlara hazırlıklı olmak lazım. Bizim büyüklerimiz hâlâ balık gördüğü zaman kaçar, yılan diye. Demek ki bu kültürü yeni nesillere aşılamak, öğretmek lazım. Suyu kullanmayı öğretmek lazım. İnsan kaynağı önemli. Yapacak sonuçta insan. Yoksa, aşağıdaki barajlara gelenler hep Rizeliler, Trabzonlular, Hopalılar. Biz suyu bilmiyoruz ki. Biz dere, akarsu çocuğuyuz. Biz göl gördük mü, boğulursak diye… Ama buna hazırlanırsak, biz o sıkıntıyı çekmeyiz. Doğru yönetiriz. İnsanımıza da bir gelir, ekmek kapısı olur. Bugünkünden de iyi.

Mezarlıklar ne olacak?

Mezarlık taşınacak. Mezarlarla ilgili bir tespit çalışması yaptırdık. Burada yeni kuşakların bir hoyratlığı var. Bu da beni çok etkileyen şeylerden birisi. Komisyonlar kurduk, mahallelerden bilirkişiler kurduk. Tabii burada böyle adaları, paftaları belli bir mezarcı çalışması yok. Geleneksel şekilde gelmiş, koymuş, gitmiş. Bahçesine de koymuş, evine de koymuş. Bu çevrede 25 dönümlük bir mezarlık alanı var. Orada mezarlık tespiti yapıyoruz. Vatandaş beş sene evvel ölmüş babasının mezarına “acaba neredeydi” diyor. Bilmiyor yani, bilmiyor. Ve tespitimiz %10’larda kaldı. Koca mezarlıklardan, %10’unu ancak tespit edebildik. Kimse babasının, dedesinin mezarını bilmiyor.

Tespit edilemeyenler yukarıda isimsiz mi gömülecek?

Kimsenin kimliğini bilmediğiniz bir mezarı taşıma şansınız yok. Siz diyeceksiniz ki, “benim dedemin mezarı, taşımak istiyorum”, müracaat edeceksiniz, yeri belli olacak, taşınacak buradan. Bilinmiyorsa kalacak.

Babasının mezarını arıyor, diyor ki “nereye koymuştuk ya.” Mahallenin yaşlılarına soruyor, çok acı. O cenazede bulundu, belki tabutu kendi indirdi oraya, ama mezarını bilmiyor. Gençlerimiz atasının, dedesinin, annesinin, babasının mezarlarını niye bilmiyor, niye bakmıyor? “Niye mezarlıkları soyuyla, nesliyle, coğrafyayla duygusal irtibat kuracak mekânlar olarak görmüyor?” dememiz, “efendim bu mezarlıklar suyun altında kalacak” demekten daha değerli. Çünkü kimse, babasının mezarını bilmiyor. O zaman tanımadığımız, yeryüzünde olan bir sürü mezarlık var.

Devlet, bununla ilgili bir ihale yapıyor. İsteyenlerin, tespit edilen mezarların yeni mezarlık alanlarına nakillerini yapıyor, yapacak. Belediye de bununla ilgili taşımaya iki sene kala, meclis kararı alıyor. Su altında kalacak alanlarda ölü gömdürmüyor. Şu anda biz yasak koymadık henüz. Zaten çok az insan aşağıda koyuyor. Yıllardır köyler taşınıyor. Suyun dışında kalacak bir mahalle mezarlığımız var. Köylere götüremeyenler genelde orada defnediyor.

Bu Yusufeli’nin ilk taşınışı olmayacak, değil mi?

Burası 70 yıllık bir ilçe ve yedinci yerine gidiyor. “Yusufeli yedinci yerini ararken 1” var, bak orada bir kitap, burayla ilgili mesela. Buranın hikâyesi o anlamda da mesela çok özel bir hikâye. 1950, ilçenin buraya gelişi. Şu avantajı veriyor, çok ciddi kültürel varlıklarımız suyun altında değil. Ve bu ilçe kurulurken buranın hikâyesini bilenlerle, yeni ilçe kurulurkenki hikâyesini bilenler; baba ve torun, dede ve torun. Dede buranın ilk kuruluşunu biliyor. Torun buranın ilk kuruluşuna şahitlik ediyor. Dolayısıyla hikâyeler aslında canlı. Yedide kalıcı oluruz inşallah. Kalıcı olacağız, ciddi ciddi.

İlçede inşaatlar hangi aşamada?

Şu anda kazılar %90 nispeten bitmiş durumda. Vadilerin önleri, gördüğünüz sert vadilerin önleri duvar yapılıyor, arkaları dolduruluyor. Dolgu alanları, yeşil alanlar, düzeltiliyor. Diğer konutların kurulduğu yerler ise kaya, dağ kesilerek, patlatılarak kazanılan yerler. Sadece şuradaki süreçleri bile, zaman zaman çekim yapmak, yarın için, ilçe kurulduktan sonra altın değerinde bir belgesel, altın değerinde bir hikâye. Oradaki işçilerin hikâyesini çekmek, oradaki bir mühendisin, kendi başına şey. Çünkü yani sıfır bitki yetişmeyen bir alanda, siz bir ilçe kuruyorsunuz. Acayip bir şey.

1. Etap konutlarımız yapıldı. Beton, şu kahverengi gördüğünüz yerler ahşap boyama. Mermer, taş. Yani dış görünüşleri itibarıylayöresel mimariden birtakım özellikler koymuşlar. Şimdi şu bölgede yeni ihale ile yapılacak yeni konutlar var. Şu jandarma, şu lise, şu Toplum Sağlık Merkezi. Sıfırdan yedi köy kurulacak, şu anda kazı %30. Bunu gidip orada görüntüleyip bir köyün kurulumunu sıfırdan çekmek bile, başlıbaşına bir belgesel. Bu köy nereye kurulacak bakalım, şu taşların üzerine. 250 hanelik bir köy. 400 metrekarelik alanlar içerisine tek katlı 120 metrekarelik bahçeli evler olacak. Acayip bir hikâye yani.

Projenin ne zaman bitmesi öngörülüyor?

Cumhurbaşkanımız geçen geldiğinde meydanda 2021 diye söyledi. Burada bakanları talimatlandırırken “2022’ye bitirin bu işi” dedi. Benim kişisel kanaatim, 2022’de baraj test tutuşlarına başlar. Ben 2023 diyorum. 2023’te yukarıda oluruz diyorum. Tabii ekonomik kriz, savaşlar ne olur bilemiyorum.

Tam da oraya gelecektim. İşçiler ücretini alamamış.

Ekonomik kriz şunu getiriyor. Devletin şirketlere ödediği parada zaman zaman aksamalar olduğunu söylüyorlar. Şirketin öz kaynakları da söylüyor bunu. Zaman zaman bunu yaşıyoruz, işçi çıkarma olduktan sonra, işçinin geleceği yer burası oluyor. “Beni işten attılar, bir daha alsınlar, ekmeğim yok” falan diye. Dolayısıyla bu ülkenin ekonomik gidişine bağlı olarak da bu süreç, şuna veya buna evrilebilir.

Siz nasıl yönetiyorsunuz bu süreci? İşçi buraya geliyor mesela.

Tabii, ilgili firmayla görüşüyorsun. Haksız çıkmışsa onu konuşuyorsun. Birden fazla firma çalışıyor burada. Yukarıda bir maden hikâyemiz var, Güriş Santral Madencilik altın madeni çıkaracak. İddialar var, “Avrupa’nın biri olacağız” diyorlar. Altın da arttı, “yakında yatırımımızı yapacağız” diyorlar. Limak’ın iki farklı grubu var, biri karayolu yapıyor. 68 kilometre karayolu, bunun 50 km’si tünel. Dağların altından gidip geliyor. Köy yollarını yapan Matsen diye bir firma var, bu yapılan karayollarının bağlantılarını yapıyor. Yeni yerleşim yerine altyapıyı yapan bir firma var, kazıları yapıyor. Duvarları yapıyor. Bir de üstte yapan firma var. DSİ’nin müteahhidi Limak, barajın gövdesini yapıyor. Bir de barajın elektromekaniğini yapan bir firma var burada. Dolayısıyla baktığınızda Türkiye’nin en can alıcı projelerinin, en büyük parayı yutan projelerinin döndüğü bir yer.

31 Mart seçimlerinin altında bu mücadele örtük olarak vardı diyebilirim. Devasa projeler. Bu projelerin durması, aksaması, ötelenmesi, burada sorun çıkması, çatışmacı bir ortamın çıkarılması; ülkenin bütününü rahatsız edecek, bütününde sorun olacak, moral motivasyonunu bozacak bir işti. Mesela son zamanlarda haberlere bakıyorsanız; ayda en az iki-üç defa Yusufeli haberini, baraj haberini görüyorsunuz. Niye? Çünkü hakikaten stratejik. Su, en stratejik madde. Dolayısıyla burada mesele, bir baraj yapmak veya enerji elde etmek değil. Bu ülke, su fakiri. Bakın, büyükşehirlerde belki 50 sene sonra içecek suyumuz yok. Ve bu sular bize lazım yani. En yanıcı, yakıcı gazı kıtalara taşıyoruz. Su nerelere gidebilir? Suyu konuşurken neyin üzerine konuşuyoruz? Bir ülke için varlık yokluk meselesi. İş sadece şu kadar beton, şu kadar yükseklikten ibaret değil. Biz Yusufelililer olarak ciddi bir bedel ödüyoruz. Ama şu gün, şunun bilincindeyiz. Kahramanlık eskilerin destanlarını anlatmakla değil, yeri geldiğinde bedeli ödemekte. Vatan diyorsak, millet diyorsak, gelecek diyorsak, doğru tahayyülü yapmak. Dolayısıyla biz bir bedel ödüyoruz. Hakikaten devlet bugünkü imkânlarıyla buradaki insanlar için daha iyisini, daha güzelini yapabilir, mutlaka üretebilir. Ama bugün 20-25 yaşında gençlerimiz, asgari ücret alıyor. Onlarca şehit haberi alıyoruz, onların da evde seveni var. Onlar bugün ölürken, biz burada “yerimiz değişiyor”u şey yapamayız yani. Siz de yapmayın.